30 Temmuz 2012 Pazartesi


 “İyi günler, anten tamiri için gelmiştik…”
                                                                  -Nasa-

Masada Jack London, Orhan Pamuk ve Uğur Dündar’ın birer kitabı vardı. Ben derin derin sigara içerken adam kitaplarını alıp çantasına koydu ve çıkışa doğru yöneldi. Arkasından “ne acaip tip la bu” dedim kendi kendime. Adam sanki duymuşcasına bir edayla kapıdan tam çıkacakken bana döndü ve nazikçe gülümseyerek el salladı. Ben de “bacak bacak üstüne atmış Leonardo Di Caprio” şaşkınlığıya ona el salladım ve ardından şaşkın gözlerimle sigaramı küllüğe bastım…

Sigara içilmesine izin verilen bu yazlık kafeden sanırım benimde kalkma vaktim gelmişti. Filmlerdeki gibi masaya çay parasını atıp kapıya doğru giderken garsonun telaşlı sesini duydum, “hoop abii burada eksik var” diye sesleniyordu. O an çok utanmıştım, bir kaç masa öte de oturan güzel bacaklı İngiliz turist bile bu duruma gülmüştü. Demek ki o da Türkçe biliyordu. Ben “ne kadar eksik” filan falan derken parayı tamamlayıp garsona vermiştim. Demek ki, filmler de gördüğümüz bazı şeyler, gerçek hayatta geçerli olmuyordu… Kendimi kavurucu sıcağın koynuna atmıştım. Caddede eriyen asfaltın o iç gıcıklayan kokusu burnumu yakmıştı. Cocacola reklamlarındaki gibi bir kasabaydı burası. Sanki birazdan “şlakss” diye açılacak “şişe kola” efektinden sonra tüm kasaba elleriyle bi yerlere vurup, melodik sesler çıkaracak ve finalde latin amerika aksanlı bir dış ses, “Cocacola, hayatın tadı” diycekti. Adımlarımı plaj istikametine doğru atarak yürümeye başladım. Tıpkı o bohem filmlerdeki gibi kendi halinde bir kasabaya gelmiş, yarım kalan kitabını yazmaya başlayacak bir yazar gibi hissediyordum kendimi. Oysa sadece, cebimdeki 750 lirayla sıradan bir pansiyonda, sıradan bir insan gibi, sıradan bir tatil yapmak için gelmiştim buraya. Neden öyle hissetmiştim bilmiyorum. Galiba, minibüs şoförü bunu biliyo olabilir ki; yanımda acı bir frenle durup “abi plaj tarafına gidiyosan atla, yürüyerek yarım saatten fazla sürer…” dedi. Bende açılan kapıdan gelen klima esintisine kendimi kaptırmış olmalıyım ki soluğu minibüsün içinde aldım… Yaptığım kısa yolculuk esnasında, iki argo kelime, bir analı bacılı küfür ve tam 3 tane de arabesk şarkı öğrenmiştim. Gerçi o klasik ve sıradan şakayı anımsatan şu olayı da anlatmadan geçemiyceğim...

Evet hepimizin neredeyse ana sınıfından beri bildiğimiz şu “arkadan vermiyen var mı” muhabbetinden bahsediyorum. İşgüzar minibüsçü, yolunda ilerlerken o soruyu patlatmıştı. “arkadan vermeyen var mı?..” kendimi o an esprinin devamını yapmamak için zor tutmuştum. Hani şu “biz binerken önden verdik” cevabından bahsediyorum. Hayır tabi ki de yapmadım. Ne o, banel miyim ben?.. Ancak ben böyle düşüne dururken  yanımda oturan teyze hepimizin kanını donduran o cevabı verdi… “Yok!..” minibüste derin bir sessizlik olmuştu. Kimsenin ağzını bıcak açmıyordu. Evet “Arkadan vermeyen var mı?..” “Yok!..” lanet olsun, çok komikti… Ama teyze şaka yapmış gibi durmuyodu. Bence iyi niyetinin kurbanı olmuştu. Artık arkada oturanları nasıl gözlemlediyse, herkesin para verdiğini biliyor olmalıydı…

Minibüsten indiğimde halen sırıtmaya devam ediyordum... etrafımda üstsüz güneşlenmeye giden turistler vardı. onlara katıldım ve plaja doğru adımlarımı hızlandırdım. Bende üstsüz güneşlenecektim. Memelerim her ne kadar turist kadınların ki gibi olmasa da, hatta ben erkek oğlu erkek olsamda, finalde üstsüz güneşlenecektim. Hoş, burası çıplaklar kampı olsaydı, o zaman altsız bile güneşlenebilirdim. Fakat gel  gelelim, bunun ne konumuzla, ne de çıplaklar kampı yöneticileriyle bi alakası yoktu… bir şezlong kiralayıp, havlumu serdim. Planıma göre burda güneşlenip, sonra yüzüp, daha sonra da ucuz bir pansiyona gidip yatıcaktım. Planım tıkır tıkır işledi…

Tatilimin ilk günü böyle geçmişti. İkinci, üçüncü ve dördüncü günü de böyle geçmişti. Ve bir haftanın sonuna gelip bu saçma yere veda etme vakti de gelmişti. Üstsüz güneşlenen hiçbir turisti tavlayamamış, morninge kadar fuck filan da yapamamıştım. O kadar terbiyesiz bir insan olmama rağmen, nedense, böyle durumlar da aşırı naifleşiyor, fazla gürbüz oluyordum. Türk kadınlarıyla değil konuşmak, gözlerine bile bakamıyordum. Belki turist kadınlara karşı açılırım dedim di ama gelgelelim onlara da aynı tutukluğu gösterdim. Hiçbir tursit kadın beni, tatile geldikleri bu ülke de, potansiyel seks partneri olarak görmemişti. Haklıydılar. Her şeyi onlardan bekliyordum. Güzel bir turist kadın gelicek, senden çok hoşlandım diyceki ya da demiycek direk öpicek filan ve bende böylece o güzel turist kadınla beraber olacaktım… onların dilinde, “Pışık, nanik vb.” ne kadar kelimler varsa eminin ki hepsini bana kullanmışlardır…

Bronzlaşmış ten, tükenmiş para ve aşırı hüsranla evime döndüm. İstanbul sen ne güzel bir şehirsin dedim içimden. Ne kadar basiretsiz olursan ol, bu şehirde, her malaın bi alıcısı vardı… Eminim ki, o alıcıya en düşük fiyattan gitmeye razı olanlar da vardı… Ama ben pahalıydım. İki kilo malatya kayısısı ve bir kilo da ayıklanmış pirinç taşım vardı...

Tatil bizim neyimizeydi de, katil sizin neyinizeydi?..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder