“İyi günler, anten tamiri için gelmiştik…”
-Nasa-
Masada Jack London, Orhan Pamuk
ve Uğur Dündar’ın birer kitabı vardı. Ben derin derin sigara içerken adam
kitaplarını alıp çantasına koydu ve çıkışa doğru yöneldi. Arkasından “ne acaip
tip la bu” dedim kendi kendime. Adam sanki duymuşcasına bir edayla kapıdan tam
çıkacakken bana döndü ve nazikçe gülümseyerek el salladı. Ben de “bacak bacak
üstüne atmış Leonardo Di Caprio” şaşkınlığıya ona el salladım ve ardından
şaşkın gözlerimle sigaramı küllüğe bastım…
Sigara içilmesine izin verilen bu
yazlık kafeden sanırım benimde kalkma vaktim gelmişti. Filmlerdeki gibi masaya
çay parasını atıp kapıya doğru giderken garsonun telaşlı sesini duydum, “hoop
abii burada eksik var” diye sesleniyordu. O an çok utanmıştım, bir kaç masa öte
de oturan güzel bacaklı İngiliz turist bile bu duruma gülmüştü. Demek ki o da
Türkçe biliyordu. Ben “ne kadar eksik” filan falan derken parayı tamamlayıp
garsona vermiştim. Demek ki, filmler de gördüğümüz bazı şeyler, gerçek hayatta
geçerli olmuyordu… Kendimi kavurucu sıcağın koynuna atmıştım. Caddede eriyen
asfaltın o iç gıcıklayan kokusu burnumu yakmıştı. Cocacola reklamlarındaki gibi
bir kasabaydı burası. Sanki birazdan “şlakss” diye açılacak “şişe kola”
efektinden sonra tüm kasaba elleriyle bi yerlere vurup, melodik sesler
çıkaracak ve finalde latin amerika aksanlı bir dış ses, “Cocacola, hayatın
tadı” diycekti. Adımlarımı plaj istikametine doğru atarak yürümeye başladım.
Tıpkı o bohem filmlerdeki gibi kendi halinde bir kasabaya gelmiş, yarım kalan
kitabını yazmaya başlayacak bir yazar gibi hissediyordum kendimi. Oysa sadece,
cebimdeki 750 lirayla sıradan bir pansiyonda, sıradan bir insan gibi, sıradan
bir tatil yapmak için gelmiştim buraya. Neden öyle hissetmiştim bilmiyorum.
Galiba, minibüs şoförü bunu biliyo olabilir ki; yanımda acı bir frenle durup
“abi plaj tarafına gidiyosan atla, yürüyerek yarım saatten fazla sürer…” dedi.
Bende açılan kapıdan gelen klima esintisine kendimi kaptırmış olmalıyım ki soluğu
minibüsün içinde aldım… Yaptığım kısa yolculuk esnasında, iki argo kelime, bir
analı bacılı küfür ve tam 3 tane de arabesk şarkı öğrenmiştim. Gerçi o klasik
ve sıradan şakayı anımsatan şu olayı da anlatmadan geçemiyceğim...
Evet hepimizin neredeyse ana
sınıfından beri bildiğimiz şu “arkadan vermiyen var mı” muhabbetinden
bahsediyorum. İşgüzar minibüsçü, yolunda ilerlerken o soruyu patlatmıştı.
“arkadan vermeyen var mı?..” kendimi o an esprinin devamını yapmamak için zor
tutmuştum. Hani şu “biz binerken önden verdik” cevabından bahsediyorum. Hayır
tabi ki de yapmadım. Ne o, banel miyim ben?.. Ancak ben böyle düşüne dururken yanımda oturan teyze hepimizin kanını donduran
o cevabı verdi… “Yok!..” minibüste derin bir sessizlik olmuştu. Kimsenin ağzını
bıcak açmıyordu. Evet “Arkadan vermeyen var mı?..” “Yok!..” lanet olsun, çok
komikti… Ama teyze şaka yapmış gibi durmuyodu. Bence iyi niyetinin kurbanı
olmuştu. Artık arkada oturanları nasıl gözlemlediyse, herkesin para verdiğini
biliyor olmalıydı…
Minibüsten indiğimde halen
sırıtmaya devam ediyordum... etrafımda üstsüz güneşlenmeye giden turistler
vardı. onlara katıldım ve plaja doğru adımlarımı hızlandırdım. Bende üstsüz
güneşlenecektim. Memelerim her ne kadar turist kadınların ki gibi olmasa da,
hatta ben erkek oğlu erkek olsamda, finalde üstsüz güneşlenecektim. Hoş, burası
çıplaklar kampı olsaydı, o zaman altsız bile güneşlenebilirdim. Fakat gel gelelim, bunun ne konumuzla, ne de çıplaklar
kampı yöneticileriyle bi alakası yoktu… bir şezlong kiralayıp, havlumu serdim. Planıma
göre burda güneşlenip, sonra yüzüp, daha sonra da ucuz bir pansiyona gidip
yatıcaktım. Planım tıkır tıkır işledi…
Tatilimin ilk günü böyle
geçmişti. İkinci, üçüncü ve dördüncü günü de böyle geçmişti. Ve bir haftanın
sonuna gelip bu saçma yere veda etme vakti de gelmişti. Üstsüz güneşlenen hiçbir
turisti tavlayamamış, morninge kadar fuck filan da yapamamıştım. O kadar
terbiyesiz bir insan olmama rağmen, nedense, böyle durumlar da aşırı
naifleşiyor, fazla gürbüz oluyordum. Türk kadınlarıyla değil konuşmak,
gözlerine bile bakamıyordum. Belki turist kadınlara karşı açılırım dedim di ama
gelgelelim onlara da aynı tutukluğu gösterdim. Hiçbir tursit kadın beni, tatile
geldikleri bu ülke de, potansiyel seks partneri olarak görmemişti. Haklıydılar.
Her şeyi onlardan bekliyordum. Güzel bir turist kadın gelicek, senden çok
hoşlandım diyceki ya da demiycek direk öpicek filan ve bende böylece o güzel turist
kadınla beraber olacaktım… onların dilinde, “Pışık, nanik vb.” ne kadar
kelimler varsa eminin ki hepsini bana kullanmışlardır…
Bronzlaşmış ten, tükenmiş para ve
aşırı hüsranla evime döndüm. İstanbul sen ne güzel bir şehirsin dedim içimden. Ne
kadar basiretsiz olursan ol, bu şehirde, her malaın bi alıcısı vardı… Eminim ki, o alıcıya en düşük fiyattan gitmeye razı olanlar da vardı… Ama ben pahalıydım. İki
kilo malatya kayısısı ve bir kilo da ayıklanmış pirinç taşım vardı...
Tatil bizim
neyimizeydi de, katil sizin neyinizeydi?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder