23 Temmuz 2015 Perşembe

Paslı Fermuar

                          “İstanbul'da tifüs, memlekette zelzele, dışarıda harp, ben sana aşığım”
                                                                                                           -Sait Faik Abasıyanık-


Yoğun hüzünlü bir kış akşamıydı. Mahallenin her sokağı is kokuyor, evlerden soba dumanı tütüyordu.  Sanki “Tanrı mangal zevki” yapıyordu dünyada. Neticede değil midir o, insanı da, sobayı da yaratan? Isınmayı, üşümeyi de Allah yaratmış ama ayrılığı insanlar yaratmış. Neyse işte öyle bir akşamdı. Elimde plastik bardak içerisinde karışık meyve suyu ile votka içiyordum. Metruk bir binanın önündeki merdivenlere sinmiştim. Tek başıma, yaşayamadığım aşklarıma içiyordum. Tek başıma “ulan birazdan acıkırsam, son paramı da votkaya verdim ama” diye düşünüyordum. Cebimde dandik bir radyo vardı. Bastım düğmesine ambiyansa uygun bir şarkı bulayım dedim, bulamadım. Serdar Ortaç’tan “karagözüm gül yüzüm, buralarda çok yalnızım” çalıyordu. Kahretsin! Ne kadar da isyankar ve aşık ve de ayrılıklı sözlerdi bunlar. Ama benim bir ayrılığım bile yoktu. O zaman anladım ki ben aşkı değil, ayrılığı seviyodum. O kadar malım, o kadar melankoliğim ki, aşkın salgıladığı mutluluğu, ayrılığın salgıladığı kanserojen maddelere değişebiliyordum. Neyse işte öyle oturuyordum, Serdarcım da çalıyor radyodan. Meşhur yancı, kulak kiri yalayıcısı “Ekmek Ahmet” geldi oturdu yanıma. Cebinden çıkardığı plastik bardağı uzatıp –kendisinin plastik bardak taşıma gibi profesyonel alkolik alışkanlıkları vardır- “doldursana bre” dedi. “Ulan” dedim “Amcık, rum muyuz biz, niye bre diyosun?” cevap vermedi. Ufka doğru, sanki efkarının kelimelerle karşılığı yokmuş gibi uzun uzun baktı. Ensesine vurdum, “napıyon lan” dedim. “Karı soyunuyo ona bakıyom salak” dedi. Ufka diye baktığı yere baktığımda “ananı” dedim ve ne göreyim. Oturduğumuz merdivenin karşısındaki pencerede bir kadın soyunmakta ve nedense bir türlü de tam soyunamamakta, ufak ufak elbiselerini çıkarmakta. “Ulan” dedim “Ekmek, ne ayak var sende be. Ben sabahtan beri neler düşünüyorum, sen geliyosun, direkt soyunan bir karı çıkıyo karşına. Al lan” dedim “doya doya bak ben bakmıyorum, o senin hakkın. Hem ben ayrılıklardan hoşlanıyorum” dedim ve kafamı çevirdim. Ahmet kısa bir süre sonra “aha sütyeni çıkardı” dediğinde, çaktırmadan baktım. “ben memeleri de seviyorum lan” dedim. Ahmet “bende” dedi. İşte o gün anladım ki, gerçekler bir çift meme kadar acıdır. O zamanlar 16 yaşında yağız bir salaktım. Şimdi 30 yaşında yağız bir tecrübeli salağım. Değişen tek şey, artık ne ayrılıkları seviyorum, ne de memeleri. Ben galiba artık hiçbir şeyi sevmiyorum. Ahmet memeleri dikizledikten sonra, bardağını fondipleyip, gitti. Benimse çişim gelmişti. Hemen yan binanın duvarına doğru kalktım. Elimi fermuarıma attım. Ama inmiyordu. Kahrolası paslı fermuar, açılmıyordu. Ve işte o gün anladım ki, paslı bir fermuar, sizi altınıza işetebilir. Ama passız bir fermuar da sizi altınıza iştebilir. Netice de o kadar içmeyin. Ve bugün de anladım ki, sarhoşken yazı yazmayın…

14 Temmuz 2014 Pazartesi




                                        Köpeğimi Yeteneksizsiniz’e mi gönderseydim?
                                                                                       “İvan Pavlov”


Ev, Anadolu kökenli ailelerin evi gibi kokuyordu. Havada ağır bir sarımsak ve kızarmış sıvı yağ kokusu vardı. arkadaşım ne kadar asil ve zengin olsada, Kastamonu’lu hizmetlisi yüzünden, evin kokusuna bu asillik sinemiyordu. Yıllardır kendi kendime yaptığım araştırmalar ve edindiğim tecrübeler ışığında, her evin kendine has, karakteristik kokuları olduğunu öğrenmiştim. Bu bilgi, bana hayatta hiçbir zaman nakit olarak dönmedi. Zaten şu hayatta bana neyin, nasıl nakit olarak döndüğünü de, halen anlamış değilim. Zira oturduğum  yerden ne para kazanıyorum, ne de kaybediyorum. Komşularla sıfır sorun politikasıyla yürüttüğüm bu hayat, bi gün çok zengin bi adam olduğumda sona erer umarım.

         Çok zengin ve asil arkadaşımın davetini kırmayıp evine gelmiştim. Bana önce “aç mısın” diye sordu. Midem açlıktan çılgın attığı halde, büyük bir fakir gururuyla “tokum” dedim. Bir şey içer misin diye sorduğunda ise, yine büyük fakir gururumla sadece “su” dedim. Ve hemen ardından, “en sevdiğim içki sudur” gibi ezik bir espri patlattım. Arkadaşım da, her asil gibi bu espriye sahte bir gülücük fırlattı. Kahretsin, yine ezik ve fakir olduğumu bariz derecede dışıma vurmuştum. Fakirlerle zenginler arasındaki en büyük farklardan biri de, neyi ne zaman içine atacağındır. Mesela biz, üzüntülerimizi, ezikliklerimizi vs. içimize atarız. En ufak mutlu ve sevinçli hallerimiz ise hemen dışımıza vurur. Zenginler ve asiller de ise durum tam tersi. Onlar ne zaman üzüntülü ve kederli olsalar, bariz bir şekilde dışlarına vurur. Ne zaman mutlu olsalar, bunu asla size belli etmezler. Asiller ve zenginler için sanırım bu duygular, çok bayağı… Arkadaşım deniz manzaralı evin köşesinde bulunan berjere oturdu. Onun yanında bulunan büyük tekli koltuğa ise ben oturmadım. Hemen yanında duran, küçük iskemleye koydum kıçımı. Eziklik işte, yine beni yakalamıştı. Arkadaşım yine halimi anlamış ama asillere özel o çaktırmama haline bürünmüştü...

         Bir proje üzerine konuşmaya başladık. O kadar saçma bir hikaye anlatıyordu ki, hayranlıkla ve “vaay! süper fikir ya” nidalarıyla dinledim. Bu kadar saçma bir komedi projesini, sanırım ancak, bu kadar zengin ve asil bir adam sıçabilirdi. Fakat beni ilgilendiren saçmalık, proje değil, banka hesabımdaki eksi bakiyeydi. Bana sormadan, kredili mevduat hesabı açmışlar. Hesabım tam eksi 250 TL. ben de salak gibi çekmişim parayı, yemişim. O sebeple, zengin arkadaşım ne kadar saçmalarsa saçmalasın, beni mutlu ediyordu. zira ondaki o artı oğlu artı bakiyeli hesapla, küçük bir holivod kurabilirdim kendime. Hatta küçük bir çarliz teron, orta boylarda, angelina joli, her boydan da, eva mendez alabilirdim kendime…

         Sohbetimiz ertesi gün çekimlere başlama kararı alma kıvamına gelmişti. Fakat her zengin ve asil akranımın başına geldiği gibi, ailesi kapıdan içeri girmiş ve bütün planları alt üst etmişti. “biz asil oğlumuz içün, Amerika’da yüksek, master bla bla bla yapmasını düşünüyoruz” bla, bla, bla ne kadar da asil… bu dramatik hikayenin finalini size yazmak istemiyorum. Zorla mı lan? Sonra yazarım belki. Nihahahaaa…

16 Kasım 2012 Cuma



Genital bölgeme tüy dökücü krem uygulayacaktım. Kullanma talimatını titizlikle inceledim. Ne diyorsa yapmak için banyoya girdim. Çırılçıplak soyundum. (bunu kendim ekledim, kullanma talimatında öyle bir şey yazmıyordu tabiki.) uygalanacak bölgeye çubuk yardımıyla sürdüm. Talimata göre 7 dakika beklemem gerekiyordu. Klozete oturdum, elime bir mizah dergisi aldım, bir de sigara yaktım. O an kendi kendime dedim ki, ‘acaba şuan dünya da kaç kişi, banyosunda çırılçıplak oturmuş sigara içip, dergi okuyarak, tüy dökücü kremin etkisini göstermesini bekliyordur?.. İşimi bitirip banyodan çıktım. Hayat çok acaipti. Yaklaşık bir saat kadar önce, iyice samimi olduğum dvdciden bir adet pes 2013 almıştım hesaba… Ona 20 lira peşin verip gerisini taksit taksit ödeyecektim… Nedendir bilmem, cdyi takıp, oynamaya kıyamıyorum…

Geçen sene bir alışveriş merkezinde başıma gelenleri paylaşmak istiyorum. Olayın başını halen net hatırlayamıyorum. Aklımda kalanlar şunlar: bir mağazanın içinde gömlek bakıyordum. Kendimi son ses çalan serdar ortaç ve murat boz şarkılarına kaptırmıştım. Sanırım bilinçaltımda yıllardır bastırdığım apaçi, o an hortlayı vermişti. Kendimi yavaş yavaş kaybetmeye başlıyordum. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Bir yandan var gücümle satış elemanlarına müziği kısmalarını söylemeye çalışıyordum. Ama nafileydi, sesimi duyan yoktu. Ne dediğimi anlayamıyorlardı. Belli ki onlar da, transa geçmişlerdi. Sonrası mı? sonrası bulanık. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Doktor, aşırı dozda, mağaza müziğine maruz kaldığımı ve bu sebeple komaya girdiğimi söyledi… bir hafta sonra hastaneden çıktım. Artık hiçbir mağazaya giremez olmuş, orta sınıf modasını takip edemez olmuştum. Bu sebeple sadece, çok pahalı olan mağazalardan  ağır ve dinlendirici müzikler eşliğinde alışveriş yapabiliyordum. Fakat bu tip mağazalarda param sadece boxer ve bere almaya yettiğinden, gardrobum bere ve boxer tezgahına dönüşmüştü. Giyinemiyordum! Lanet olası kıyafetlerim artık eskimişti. Sırf son ses türkçe pop müzik çalan mağazalara giremediğimden, eski püskü şeylerle yaşamaya mahkumdum…

Bir zaman sonra, internet üzerinden alışverişi keşfettim. Benim için, çölde su bulmuş bedevi mutluluğu gibi bir şeydi bu. Fakat bu mutluluğum, bu mağazaların kredi kartı ile satış yaptıklarını öğrendiğim ana bitiverdi. Zira ben bir sigortasızdım. Zira ben bir eski sicili bozuk kredi kartı kullanıcısıydım. Aziz cüzdanımın bütün kredi kartları zaptedilmiş, bütün bütün çip paraları yok edilmişti vakti zamanında. Kredi kartı sahibi olamayanlardandım.

Bugün ne mi yapıyorum. Kendi atölyemi kurdum. 313 kazak ve 125 gömlekle kendime küçük ama sevimli bir hayat kurdum. Üstelik, “bu değil, bu da değil, bu hiç değil” diyen bir patronum da yoktu. Çizimlerime değer veren arkadaşlarım vardı. böylece kimseye minnet etmeden uzun bir hayat sürüyorum. Evet uzun diyorum çünkü, en uzun yol, bir insanın gardrobuna giden yoldur.

                        İmza: Sosyal modacı

24 Ağustos 2012 Cuma


                                “Gitmem lazım, OCAK'ta yemeğim var da...”
                                                                                  -Devlet Bahçeli-        


Sucuya dedim ki, “bunda bakteri var mı?” “yok abi ne bakterisi, 10 yıllık esnafız biz, olmaz bizde öyle şeyler” dedi… doğru valla, adam bi mahallede 10 yıldır su satıyosa, demek ki sağlam su satıyodur… hele veresiye veren bi dükkansa burası, kesinlikle sağlıklıdır. Benim ki de laf işte, “bakteri var mı…” bu naif, iyi kalpli adamı boşu boşuna üzmüştüm. Telafi etmeliydim, kalbini geri kazanmalıydım. “abi sana bu sefer 5 lira bahşiş veriyorum, onu da hesaba yazarsın” dedim… Adamın suratında gülümseme oluşmadıysa da hafiften bi aklını aldım sayılır. İfadesizce çıktı gitti. Boşu unutmuştu, az sonra geri gelip boşu da alıp tekrar gitti… Borç konusunda sabırlı esnafları severim. Bu tip esnaflara, canım ne zaman isterse o zaman para veririm. Bu gücü seviyorum. Ama bazılarında durum farklı olabiliyor… Mesela borçlu olduğunuz tekel, siz içeri girince, size “nakit alan müşteri”ye davrandığı gibi davranmıyor. Mesela nakit alan adam rahatça, “bi sigara, 3 bira” diyebiliyorken, “siz en azi 7 kere, “abi nasılsın, çoluk çocuk nasıl” filan dedikten sonra cümle arasına “1 sigara, 3 bira”yı sıkştırabiliyorsunuz. Nerde demin ki anlayışlı esnafa karşı yaptığım küstahlık, nerde şimdiki o eziklik….

            Ticaret hayatıma, 7 yaşında, bahçemizdeki leylakları, satarak başlamıştım. Dallarından acemice koparılmış leylakları, yoldan geçen arabalara, tiz çocuk sesimle “leylakleylakleylak” diye bağırarak satıyordum. Evimiz, lüks bir semtte olduğundan çokta iyi para kazanıyordum. O zamanlar, trafikte elinde çiçek satan kavruk arkadaşlar henüz piyasada yoktu. Yaptığım bu şirin ticaretle, kendime hiçte şirin olmayan bir hayat sürüyordum. Bir sürü kola, bir sürü erotik dergi ve bir sürü futbol topu alıp mahalledeki benden daha fakir arkadaşlarıma hava atıyordum. Onlar, benim için sadece burnu yeşil sümüklü, kabak kafalı çocuklar değil, eziyet ettiğim, kola uğruna, inşaatın üçüncü katından, inşaat kumuna atlattığım zavallı yaratıklardı…

            İçimde hep bi kötü adam olduğunu biliyordum. Herkes, itfaiyeci, polis, jandarma filan olmak isterken, ben kırtasiyeci olmak istiyodum. Çünkü o zaman bende mahallemizin kazıkçı kırtasiyecisi, “Kazıkçı Nuri” gibi zengin bir adam olabilecektim. Evet, o yaşlarda, zengiliğin basit yolu bana bu gibi geliyordu… Leylaklardan oldukça iyi para kazanıyordum. Ama bu her sene sadece 15 gün sürüyordu ve sadece 7 yaşında olduğum için de, ek iş bulmak hiçte kolay olmuyordu. bende geri kalan boş zamanlarımda, boğaz manzaralı semtin tepesinde, şişe bira içen abilerin boş şişelerini toplayıp satıyordum. Bu işte gittikçe iyi para olmaya başlamıştı. O yaşlarda, müslümanlıkta alkolün serbest olduğunu zannediyordum. Öyleki günde, 200-300 şişeye yakın topluyordum. Hal böyle olunca, yanıma eleman almak zorunda kaldım. Salak arkadaşım Tarık’ı yevmeyeli olarak yanımda gezdiriyordum. Ona günlük 15 şişe parası ödüyor, kalanını cebime atıyordum. O salakta nedense buna hiç karşı gelmiyor, daha o yaşlarda, kapitalist sistemin kölesi olacağını kabul ediyordu. -Kendisi günümüzde taksicilik yaparak kapitalizme hizmet etmeye devam etmekte- o zamanlar hurdacılardan başka, geri dönüşüm toplayıcaları yoktu. Ben sektöre alternatfi getirmiş sayılabilirim. En azından bizim bölge için gerçekten de bu böyleydi. Ben ve adamım tarık o şişeleri toplamasak, hepsi çöpe gidecek ve o zamanlarda ayrştırma filan falan olmadığı için caanım camlar heba olacaktı…

Bazen dibinde azcık kalmış bira şişeleri de buluyorduk. Bunları Tarık’a içirerek onu sarhoş ediyor ve kendime eğlence çıkarıyordum… Tarık içince çok komik bi çocuk oluyordu. Bir sağa bir sola sallanıp, kulağına parmağını sokuyor ve aynı parmağı diliyle yalıyordu. Bu hareketle aslında Ekmek Ahmet lakaplı diğer arkadaşımızı kendince taklit ediyordu. Evet, Ahmet bunu gerçekten her gün yapıyordu. Bence o bir kulak kiri tiryakisiydi. –günümüzde sigara, aksaray da gazino ve alkol tiryakisidir kendisi- bir keresinde Tarık’ın babası, eve sarhoş gelen oğlunu bi güzel dövmüşdü. Tarık’ın hatırladığı kadarıyla anlattığına göre; eve girip, arabanın anahtarlarını istemiş, Babası’da buna alkollü araç kullanamayacığını söylemiş, fakat Tarık şiddetle ısrar edince, levyeyi kaptığı gibi bunu bi güzel dövmüş… 


Ticaret hayatında vergi sistemini ilk olarak anneme verdiğim haraçla anlamıştım. Çok kazandığımı gören annemle sıkı bir pazarlığa oturup yüzde 18 üzerinden vergiye tabi tutulmuştum. O, bana bu paranın önlük yakası, kalem traşı, okul traşı vb. okul masraflarında kullanılmak üzere geri döneceğini söylemişti... fakat annem bu durur mu. tasarruf kadını mübarek. Her geçen gün yeni bir vergi adıyla paramı elimden alıyor beni iflasın eşiğine doğru sürüklüyordu.... bu sistemde yaşamsal ihtiyaçlarımı karşılamak dışında neredeyse tamamen anneme çalışıyor gözüküyordum. üstelik Tarık'a ödediğim parayı da vergiden düşemiyordum. annem onun annesi bu işe izin vermediği için onu sigortasız sayıyor ve derhal onu işten çıkarmamı istiyordu....

Vergi kaçırmayı ilk olarak annemden para saklıyarak öğrenmiştim. Kimi zamanlar yaptığım yiyecek ve içecek harcamalarını kabartarak vergiden düşürüyor ve onu böylece uyutuyordum. Tarık’ı işten kovup, annelerinden izinli birkaç çocuk bulup yanımda çalıştırmaya başladım. Onlara 5 şişe parası veriyor, anneme, 15 şişe parası veriyorum diyordum... Kapitalizmin ne olduğunu o zamanlar bilmiyordum ama kapitaliz benim kim olduğumu iyi biliyordu galiba. Sürekli para kaçırma yolları buluyordum. O kadar çok param birikmişti ki, onu saklayamayacak hale gelmiştim. Bir banka bulmalıydım. İsviçreye para kaçıramayacığımı anlayınca, isviçre bankalarından vazgeçip, dayıbank’a yani küçük dayıma götürmeye karar verdim. Ne de olsa o beni sever ve paramı korurdu. İşte hayatımdaki ilk dolandırılma ve hortumlanma hikayesi de budur. Dayıya parayı ver, anneden paraları sakla, dayı paraları ye, sen bunu duyunca ağla, anneye “bu yedi paraları” diye anlat, anne git dayının ağzına sıç, onunda maaşına el koy vs. vs. finalde kazanan annem olunca bu işleri bırakmaya karar verdim ve halen o işleri yapmayarak bu kararımın arkasında ısrarla ve gururla durmaktayım... 





30 Temmuz 2012 Pazartesi


 “İyi günler, anten tamiri için gelmiştik…”
                                                                  -Nasa-

Masada Jack London, Orhan Pamuk ve Uğur Dündar’ın birer kitabı vardı. Ben derin derin sigara içerken adam kitaplarını alıp çantasına koydu ve çıkışa doğru yöneldi. Arkasından “ne acaip tip la bu” dedim kendi kendime. Adam sanki duymuşcasına bir edayla kapıdan tam çıkacakken bana döndü ve nazikçe gülümseyerek el salladı. Ben de “bacak bacak üstüne atmış Leonardo Di Caprio” şaşkınlığıya ona el salladım ve ardından şaşkın gözlerimle sigaramı küllüğe bastım…

Sigara içilmesine izin verilen bu yazlık kafeden sanırım benimde kalkma vaktim gelmişti. Filmlerdeki gibi masaya çay parasını atıp kapıya doğru giderken garsonun telaşlı sesini duydum, “hoop abii burada eksik var” diye sesleniyordu. O an çok utanmıştım, bir kaç masa öte de oturan güzel bacaklı İngiliz turist bile bu duruma gülmüştü. Demek ki o da Türkçe biliyordu. Ben “ne kadar eksik” filan falan derken parayı tamamlayıp garsona vermiştim. Demek ki, filmler de gördüğümüz bazı şeyler, gerçek hayatta geçerli olmuyordu… Kendimi kavurucu sıcağın koynuna atmıştım. Caddede eriyen asfaltın o iç gıcıklayan kokusu burnumu yakmıştı. Cocacola reklamlarındaki gibi bir kasabaydı burası. Sanki birazdan “şlakss” diye açılacak “şişe kola” efektinden sonra tüm kasaba elleriyle bi yerlere vurup, melodik sesler çıkaracak ve finalde latin amerika aksanlı bir dış ses, “Cocacola, hayatın tadı” diycekti. Adımlarımı plaj istikametine doğru atarak yürümeye başladım. Tıpkı o bohem filmlerdeki gibi kendi halinde bir kasabaya gelmiş, yarım kalan kitabını yazmaya başlayacak bir yazar gibi hissediyordum kendimi. Oysa sadece, cebimdeki 750 lirayla sıradan bir pansiyonda, sıradan bir insan gibi, sıradan bir tatil yapmak için gelmiştim buraya. Neden öyle hissetmiştim bilmiyorum. Galiba, minibüs şoförü bunu biliyo olabilir ki; yanımda acı bir frenle durup “abi plaj tarafına gidiyosan atla, yürüyerek yarım saatten fazla sürer…” dedi. Bende açılan kapıdan gelen klima esintisine kendimi kaptırmış olmalıyım ki soluğu minibüsün içinde aldım… Yaptığım kısa yolculuk esnasında, iki argo kelime, bir analı bacılı küfür ve tam 3 tane de arabesk şarkı öğrenmiştim. Gerçi o klasik ve sıradan şakayı anımsatan şu olayı da anlatmadan geçemiyceğim...

Evet hepimizin neredeyse ana sınıfından beri bildiğimiz şu “arkadan vermiyen var mı” muhabbetinden bahsediyorum. İşgüzar minibüsçü, yolunda ilerlerken o soruyu patlatmıştı. “arkadan vermeyen var mı?..” kendimi o an esprinin devamını yapmamak için zor tutmuştum. Hani şu “biz binerken önden verdik” cevabından bahsediyorum. Hayır tabi ki de yapmadım. Ne o, banel miyim ben?.. Ancak ben böyle düşüne dururken  yanımda oturan teyze hepimizin kanını donduran o cevabı verdi… “Yok!..” minibüste derin bir sessizlik olmuştu. Kimsenin ağzını bıcak açmıyordu. Evet “Arkadan vermeyen var mı?..” “Yok!..” lanet olsun, çok komikti… Ama teyze şaka yapmış gibi durmuyodu. Bence iyi niyetinin kurbanı olmuştu. Artık arkada oturanları nasıl gözlemlediyse, herkesin para verdiğini biliyor olmalıydı…

Minibüsten indiğimde halen sırıtmaya devam ediyordum... etrafımda üstsüz güneşlenmeye giden turistler vardı. onlara katıldım ve plaja doğru adımlarımı hızlandırdım. Bende üstsüz güneşlenecektim. Memelerim her ne kadar turist kadınların ki gibi olmasa da, hatta ben erkek oğlu erkek olsamda, finalde üstsüz güneşlenecektim. Hoş, burası çıplaklar kampı olsaydı, o zaman altsız bile güneşlenebilirdim. Fakat gel  gelelim, bunun ne konumuzla, ne de çıplaklar kampı yöneticileriyle bi alakası yoktu… bir şezlong kiralayıp, havlumu serdim. Planıma göre burda güneşlenip, sonra yüzüp, daha sonra da ucuz bir pansiyona gidip yatıcaktım. Planım tıkır tıkır işledi…

Tatilimin ilk günü böyle geçmişti. İkinci, üçüncü ve dördüncü günü de böyle geçmişti. Ve bir haftanın sonuna gelip bu saçma yere veda etme vakti de gelmişti. Üstsüz güneşlenen hiçbir turisti tavlayamamış, morninge kadar fuck filan da yapamamıştım. O kadar terbiyesiz bir insan olmama rağmen, nedense, böyle durumlar da aşırı naifleşiyor, fazla gürbüz oluyordum. Türk kadınlarıyla değil konuşmak, gözlerine bile bakamıyordum. Belki turist kadınlara karşı açılırım dedim di ama gelgelelim onlara da aynı tutukluğu gösterdim. Hiçbir tursit kadın beni, tatile geldikleri bu ülke de, potansiyel seks partneri olarak görmemişti. Haklıydılar. Her şeyi onlardan bekliyordum. Güzel bir turist kadın gelicek, senden çok hoşlandım diyceki ya da demiycek direk öpicek filan ve bende böylece o güzel turist kadınla beraber olacaktım… onların dilinde, “Pışık, nanik vb.” ne kadar kelimler varsa eminin ki hepsini bana kullanmışlardır…

Bronzlaşmış ten, tükenmiş para ve aşırı hüsranla evime döndüm. İstanbul sen ne güzel bir şehirsin dedim içimden. Ne kadar basiretsiz olursan ol, bu şehirde, her malaın bi alıcısı vardı… Eminim ki, o alıcıya en düşük fiyattan gitmeye razı olanlar da vardı… Ama ben pahalıydım. İki kilo malatya kayısısı ve bir kilo da ayıklanmış pirinç taşım vardı...

Tatil bizim neyimizeydi de, katil sizin neyinizeydi?..


5 Temmuz 2012 Perşembe


“Çocukken zillere iki kere basıp kaçardım…”
-Postacı-

            Geçen yaz:

Klimanın kumandasını kaybetmiştim. Lanet olası sıcaklar ve lanet olası fedarallerle uğraşırken bir de bu çıkmıştı başıma. Sandalyeyi çek, üstüne çık, klimanın üstündeki tuşa bass… Çok yorucu bi işti bu. Zaten doların yükselen seyrini koruması ruhumu bunaltmıştı, üstüne bir de bu çıkmıştı başıma… Nasılsa kumanda bi yerden çıkar diye servisi arayıp yeni bi kumanda satın almıyordum. Kim bilir belki de, nasılsa param yetmez diye servisi aramamış da olabilirim...

Geçen yaz bu ve buna benzer monotonlukta geçmişti işte…

            Bu yaz:

            Bu yaza bir nikah şahitliği ve bir kirvelikle girdim. Meğer ne kolay işlermiş bu manevi işler… şimdi size kendi sünnetimi anlatmadan önce geçen hafta Kemal Özkan sünnet sarayında yaşadığım diyaloğu aktarayım…

Ben: Çocuk denize girebilecek mi şimdi
Fenni Sünnetçi: Bi kaç gün sonra girebilir…
B: Ya o değilde bi şey sorcam. 16 sene önce de siz mi kesiyodunuz?
F.S: Evet.
B:ya Bende burda olmuştum da, galiba siz kesmiştiniz.
F.S: Doğrudur, memnun musun bari?
B: Evet. Yani ehem öhöm kem küm…


Evet!.. Fenni sünnetçi amcaynan böyle bi diyalog geçti aramızda. Adam sünnetçi ya, kestirmeden gidiyo konuşurken... Kötü şaka bi yana, harbiden de insan bi garip oluyo beya. yıllar önce buhran içinde mabedinin kesildiği yerde, yine aynı adamla, yine aynı havayı soluyarak, bu sefer daha bi olgun, daha bi olayı kabullenmiş konuşmak. Vay be!.. bi de adam utanmadan çocuklara beni örnek gösterip gururlanmasaydı iyiydi. Yiğidin malı meydanda olur da, benim adım yiğit değil ki?.. bu kötü espriyi de geçelim ve size kendi sünnetimi anlatayım...

            1992 Yazı:
           
            İlk olarak, arkadaşlarla en uzun işeme yarışlarından birinde anlamıştım bende bir fazlalık olduğunu. Kankam Tarık’ın pipisi mantar şeklinde benim ki ise, deniz anası şeklindeydi. Tarık’a benim ki niye böyle diye sorduktan sonra, babacan bi tavırla, -ki kendisi o zaman 8 yaşındaydı” sünneti izah etti… O gün sanırım dedemin rakısından gizlice içtiğim ilk gündü. Resmen yıkılmış, viran olmuştum. Hani dedem eve gelmiycek olsa şişeyi komple içecek haldeydim. Gerçi içtiğim o iki yudum bile zil zurna sarhoş olmama yetmişti. ama olsun, 70’lik ayrı, “yetmiş”lik ayrıydı en nihayetinde. İnsanın kederli olunca alkole neden sarıldığını şimdi bile anlayamasam da o zamanlar bi ibnelik olduğunu sezmiştim…

            Artık kaçamazdım. Bir gerçeği daha öğrenmiştim şu hayatta. “o pipinin kafası uçurulacak” evet acı ama gerçekti. Töreler çoluk çocuk dinlemiyor itiraz, gözyaşı ve dramatize kabul etmiyordu. Büyükler kan istiyordu… Tarık, yaz tatilinden istifade köyde sünnet olmuş. Aile böyle uygun görmüş.Bütün köy, düğün, dernek orada, hazır bulunmuş. Anlattığına göre bunu usturayla kesmişlermiş ve hiç ağlamamışmış. Oysa ben yalan söylediğini biliyordum. 8 yaşındaki bi çocuğun gözlerindeki o yaşamışlığı gördüm onun gözlerinde. Neşe içinde anlatırken o günü, gözleri ele veriyordu aslında o gün yaşadığı Acıyı, tarif edilemez korkuyu, gıdıklanmayı, bi daha çalışacak mı acaba endişesini vs…

            1996 Yazı:

            Artık geceleri uyuyamaz olmuştum. Dedemin parasızlıktan rakı alamadığı gecelerde, teyzemin ojelerini kokluyor, ancak ancak öyle uyuyabiliyordum. Kaç kez dayımın söndürdüğü izmaritleri yakmadan içtiğimi ise hatırlamıyorum bile. İyice koyvermiştim. Buhran içinde geçen 4 yılın sonunda kaçınılmaz son gelmişti. Kemal Özkan sünnet sarayında, düzenlenen toplu sünnet törenine bizde davet edilmiştik. Buyrun gelin beleşe keselim diyorlardı. Annem, kendi imkanlarımızla ancak 20’li yaşların sonunda filan  sünnet olabileceğimi anlayınca, bu davete “Evet” demişti... Erkek kardeşim Peyami, nam-ı diğer Ramazan’ın (Peyami ismini sevmediği için 7 yaşında kendine Ramazan adını verdi. Bugün halen bu isimle anılır.) ve benim işimi aynı gün bitirmeye karar vermişlerdi. Benim yüzümden garibim Ramazan’ında canına kıyıcaklardı. En azından böyle bi şeyden önceden haberi yoktu. Benim gibi zorlu geceler geçirmemişti. Halen de olayın farkında olduğundan şüpheliyim ya neyse.

            Haberi duyduğum gün 4 ağaç, iki sandal, bir tramvay kaçışı denemelerimden sonra dayım tarafından kıskıvrak yakalanmış, karga tulumba eve getirilmiştim. İlkokul arkadaşım Yetiş’in annesinden alınan emanet sünnet kıyafetlerini zorla üzerime giydirip, beni ve kardeşimi fotoğrafçıya götürmüşlerdi. Fotoğrafçının çatısından kaçmaya yeltenirken yine dayım tarafından yakalanmış, işgüzar fotoğrafçı ilkay abi tarafından da bu durum fotoğraflanmıştı. Halen dayımın evinin duvarındaki kahramanlık fotoğrafları arasında en başta yerini korur. ( Tahmin ettiğiniz gibi diğer fotoğraflar da önceki kaçma denemelerimden oluşuyor ki, o anlarda İlkay Abinin oralarda ne aradağını halen çözebilmiş değilim.) güç bela da olsa kardeşim ve benim fotoğraflarımız çekilmiş, hatce teyzem ve ekibi eşliğinde olay yerine doğru yola koyulmuştuk. O gün o sünnet sarayına girdiğimde, her müslüman erkeğin, aslında erkekliğe adım atmaya, "geri adım" atarak girdiğini görmüştüm. Olayın başından sonuna kadar, parmağını emerek takılan kardeşim hariç, bütün çocuklar kaçış planları yapıyordu. Bizi oynayalım diye piste saldıklarında, çoktan 12 kişi bir olup, kaçma planını yapmıştık. Plana göre, önce sünnetçinin elindeki usturayı alıcaz, kardeşimin gırtlağına dayayıp, öldürürüz valla diyip, ordan sakince çıkıp, sokağa çıkınca çığlık atarak kaçıcaktık. Planımız kesicek aletin ustura olmadığını öğrenene kadar mükemmel işliyordu. Ben kardeşime kendi parmağımı emdirerek yanımdan ayrılmasını engelliyor, diğer çocuklar ise, sünnetçinin usturasını çıkarmasını bekliyorlardı. Fakat sünnet merasimi başladğı halde halen ustura ortalarda gözükmüyordu. Hepimiz sinsice etrafta ustura bakınırken, 360 derece dönen sıralı koltuklara binirilmiştik bile. Sırası gelene iğne yapıyorlardı. Birinci iğneleri olmuştuk, ikinci iğne için sıra bana gelmek üzereydi ve halen ortada bir ustura yoktu. Hepimizi bir telaş basmış, kusursuz işleyen planımız sallantıya girmişti. Ve derken 3. kere sünnetçinin önüne geldiğimde, sünnetçi amca (Kemal Özkan’ın en eski adamı galiba) sıcak bi demir çubukla pipimi “Cısss” diye kesmişti. Ben, hiç acımadığı halde çığlık atmıştım. Ben çığlık atınca diğer çocuklar planımızın suya düştüğünü anlayıp, çığlık atmaya başlamışlardı.… Meğersem yeni teknolojiyle beraber artık ustura ile kesilmiyormuş. Ve bunu geçte olsa öğrenmiştik…

            Yıllar sonra memnum olduğumu belirtip, orada kirvelik yapacağım kimin aklına gelirdi?..

            Not: Bu hikaye'de Babamın nerde olduğunu merak ettiyseniz, merak etmeye devam edin. bu yaştan sonra dayak yiyemem...

           


12 Haziran 2012 Salı

Alırım, Veririm, Ben seni, Yenerim...



               “Elimde bir dekopaj olsaydı, her şey daha farklı olurdu”
 –Geppetto-



O yıllar çok kasvetliydi. Yılmaz erdoğan şiir yazıyor, Bülen Ecevit ford transit minibüse biniyor ve Cine 5 dekoderi olmayana, erotik filmleri, cızırtılı ekrandan yayınlıyordu… Dikkatli bakarsanız bizim kuşağın fakirlerinin gözleri bariz derece de bozuktur… Bu size basit gelen şakanın gerçek olduğunu duyduğunuzda bakalım ne yapacaksınız?. Gerçek lan… Naptınız? Hadi canım gidin işinize…

            Seyyar gezen, dönen salıncakların sokaklarda kol gezdiği zamanlardı. Hatırlıyorum da, yaşlı bi amca, tekerlekler üzerine oturtulmuş 4-5 salıncaklı, el ile manuel olarak çevrilen mekanizmasını bizim sokağa haftada bir mutlaka getirirdi. Bilmem kaç bin lira (!) karşılığında o dönen salıncağa binerdik biz… bu amcanın ekurileri, seyyar lahmacuncu ve seyyar osmanlı macuncusuydu. Bu adamlar her hafta sonu gelip, cebimizdeki binlerce lirayı alıp giderlerdi…

            O zamanlar geçimimi babamın cebinden çaldığım paralarla sağlıyordum. Hatırı sayılır servetim vardı diyebilirim. Babamın merdiven altı sahte kozmetik dükkanı gayet iyi iş yapıyor, akşamları eve hep cebi dolu geliyordu. İlk zamanlar ufak tefek çaldığım paralar, gün gelip yerini balyalara bırakmıştı. E tabii hal böyle olunca yakalanmam da çok geç olmamıştı. Olsundu, ben yeterince zevk-i sefa eylemiştim o paralarla…. Babam ceza olarak paraları pantolonun cebinden aşıran usta mertebeli iki parmağımı kırdı… şaka şaka sadece dövdü. Muhtemelen birkaç yerim çatlamış olabilir ama kırılma hiç olmadı…

            Gel zaman git zaman parasızlıkla kıvrandığım, dibe vurduğum o dönemlerde seyyar satıcıların bana açtığı krediler sonucu gırtlağıma kadar borca batmıştım. Neyseki seyyar amcalar, dönemin türk filmlerindeki iyi karakterler gibiydiler de onlara da borcumu sadece dayak yiyerek ödedim… Bu dayak meselesi de artık canımı sıkmaya başlamıştı…

            O dönemler kahvaltıda sadece çokokrem yiyen ben, artık zeytin, peynir ve hatta ekmek yeme dönemine girmiştim. Çürüyen dişlerim aşırı kalsiyuma tepki göstermiş, bir bir dökülmüştü. Mahalle de adım dişsiz enver’e kadar çıkmıştı… ama ben bu dökülen dişlerimi de kızlara karşı kullanıp, onlara unutamayacakları dakikalar yaşattım. Evet mahallede ki bütün kızlara, yukarı mahallenin bıçkın delikanlısı cengiz’i dövdüğümü söyledim. Ona kafa attığımı, onun alnının yarıldığını, benimde dişlerimin döküldüğünü söyledim. Kızlar o kadar keyifliydiler ki, hepsi beni bırakıp ona pansuman yapmaya gittiler… cengiz bunları geri kovaladığında ben tabii ki de ortalıkta yoktum…

           
            kızlar geri dönmeden olay yerinden hızla uzaklaştığım için oldukça susamıştım. Eve girdiğimde içecek, gazoz, kola ve vb. meşrubatlar aramaya başladım. Nedense su’ya karşı her zaman küstah tavırlar sergiliyordum. Mutfaktan çıkıp, salona geçtim. Masanın üzerinde bir sprite şişesi duruyordu. Yanındda ki sandalye de ise çamaşırlar. Çamaşırlarla ilgilenmedim, hatta aklımın ucundan bile geçmedi diyebilirim. Büyük bir hevesle şişeyi kafama diktim. Şişeyi ilk kafama diktiğimde bir flashback gördüğümü hatırlıyorum.

            Flashback – 1

Köşedeki marketi dışardan görürüz. dükkanın önünde, altlarında musluk olan plastik bidonlar durmakta… çeşit çeşit renklerde, deterjan, çamaşır suyu vs. bidonları…

            Flashback – 2

            Dükkanın içini görürüz…
            Ben dükkanın içindeki çeşitli çikolatalarla ilgeniyorum.
            Amorstumdan annemi görürüz… bir sprite şişesine çamaşır suyu doldurmakta…

            Bu bir saniye bile sürmeyen flashbacketen sonra, şişeği dudaklarımdan hızla çekip, ağzımın içindeki tüm çamaşır suyunu yere tükürdüm… gözlerim kararıyor, ağzımda lanet bir tatla kusmak istiyorum ama kusamıyordum… uyandığımda annem çamaşırları asıyordu….

            Anne – çamaşır suyunu mu içtin yanlışlıkla?..

            Ben – Öğğğh!.. Galiba…

            Anne – Salaklığın sonu budur işte…

            Ben – Haklısın anne…

            Anne – Kalk hadi öyle yerde yatma, baban gelicek birazdan…

            Evet aynen böyle bir diyalog geçti aramızda. Annem meğerse benim çamaşır suyunun hiçbir damlasını boğazımdan geçirmediğimi anlamış ondan böyle rahat davranıyomuş. Ağzımdakini hemencecik tükürmem benim hayatımı kurtarmış… e zamanın tasaruf anne modeli, damlasına kadar hesabını yapmış kadın…

            Demem o ki ekonomi bakanları ne kadar itici ise, açıkta satılan temizlik ürünleri de o kadar itici idi… Aynı zamanda, plastik topların yumurta çıkması bizi çok sinir ediyodu...