“Gitmem lazım, OCAK'ta yemeğim var da...”
-Devlet Bahçeli-
-Devlet Bahçeli-
Sucuya dedim ki, “bunda bakteri
var mı?” “yok abi ne bakterisi, 10 yıllık esnafız biz, olmaz bizde öyle şeyler”
dedi… doğru valla, adam bi mahallede 10 yıldır su satıyosa, demek ki sağlam su
satıyodur… hele veresiye veren bi dükkansa burası, kesinlikle sağlıklıdır.
Benim ki de laf işte, “bakteri var mı…” bu naif, iyi kalpli adamı boşu boşuna
üzmüştüm. Telafi etmeliydim, kalbini geri kazanmalıydım. “abi sana bu sefer 5
lira bahşiş veriyorum, onu da hesaba yazarsın” dedim… Adamın suratında
gülümseme oluşmadıysa da hafiften bi aklını aldım sayılır. İfadesizce çıktı
gitti. Boşu unutmuştu, az sonra geri gelip boşu da alıp tekrar gitti… Borç
konusunda sabırlı esnafları severim. Bu tip esnaflara, canım ne zaman isterse o
zaman para veririm. Bu gücü seviyorum. Ama bazılarında durum farklı olabiliyor…
Mesela borçlu olduğunuz tekel, siz içeri girince, size “nakit alan müşteri”ye
davrandığı gibi davranmıyor. Mesela nakit alan adam rahatça, “bi sigara, 3
bira” diyebiliyorken, “siz en azi 7 kere, “abi nasılsın, çoluk çocuk nasıl”
filan dedikten sonra cümle arasına “1 sigara, 3 bira”yı sıkştırabiliyorsunuz.
Nerde demin ki anlayışlı esnafa karşı yaptığım küstahlık, nerde şimdiki o
eziklik….
Ticaret
hayatıma, 7 yaşında, bahçemizdeki leylakları, satarak başlamıştım. Dallarından
acemice koparılmış leylakları, yoldan geçen arabalara, tiz çocuk sesimle
“leylakleylakleylak” diye bağırarak satıyordum. Evimiz, lüks bir semtte
olduğundan çokta iyi para kazanıyordum. O zamanlar, trafikte elinde çiçek satan
kavruk arkadaşlar henüz piyasada yoktu. Yaptığım bu şirin ticaretle, kendime
hiçte şirin olmayan bir hayat sürüyordum. Bir sürü kola, bir sürü erotik dergi
ve bir sürü futbol topu alıp mahalledeki benden daha fakir arkadaşlarıma hava
atıyordum. Onlar, benim için sadece burnu yeşil sümüklü, kabak kafalı
çocuklar değil, eziyet ettiğim, kola uğruna, inşaatın üçüncü katından, inşaat
kumuna atlattığım zavallı yaratıklardı…
İçimde hep
bi kötü adam olduğunu biliyordum. Herkes, itfaiyeci, polis, jandarma filan
olmak isterken, ben kırtasiyeci olmak istiyodum. Çünkü o zaman bende mahallemizin
kazıkçı kırtasiyecisi, “Kazıkçı Nuri” gibi zengin bir adam olabilecektim. Evet,
o yaşlarda, zengiliğin basit yolu bana bu gibi geliyordu… Leylaklardan oldukça
iyi para kazanıyordum. Ama bu her sene sadece 15 gün sürüyordu ve sadece 7
yaşında olduğum için de, ek iş bulmak hiçte kolay olmuyordu. bende geri kalan
boş zamanlarımda, boğaz manzaralı semtin tepesinde, şişe bira içen abilerin boş
şişelerini toplayıp satıyordum. Bu işte gittikçe iyi para olmaya başlamıştı. O
yaşlarda, müslümanlıkta alkolün serbest olduğunu zannediyordum. Öyleki günde,
200-300 şişeye yakın topluyordum. Hal böyle olunca, yanıma eleman almak zorunda
kaldım. Salak arkadaşım Tarık’ı yevmeyeli olarak yanımda gezdiriyordum. Ona
günlük 15 şişe parası ödüyor, kalanını cebime atıyordum. O salakta nedense buna
hiç karşı gelmiyor, daha o yaşlarda, kapitalist sistemin kölesi olacağını kabul
ediyordu. -Kendisi günümüzde taksicilik yaparak kapitalizme hizmet etmeye devam
etmekte- o zamanlar hurdacılardan başka, geri dönüşüm toplayıcaları yoktu. Ben
sektöre alternatfi getirmiş sayılabilirim. En azından bizim bölge için
gerçekten de bu böyleydi. Ben ve adamım tarık o şişeleri toplamasak, hepsi çöpe
gidecek ve o zamanlarda ayrştırma filan falan olmadığı için caanım camlar heba
olacaktı…
Bazen dibinde azcık kalmış bira
şişeleri de buluyorduk. Bunları Tarık’a içirerek onu sarhoş ediyor ve kendime
eğlence çıkarıyordum… Tarık içince çok komik bi çocuk oluyordu. Bir sağa bir
sola sallanıp, kulağına parmağını sokuyor ve aynı parmağı diliyle yalıyordu. Bu
hareketle aslında Ekmek Ahmet lakaplı diğer arkadaşımızı kendince taklit
ediyordu. Evet, Ahmet bunu gerçekten her gün yapıyordu. Bence o bir kulak kiri
tiryakisiydi. –günümüzde sigara, aksaray da gazino ve alkol tiryakisidir
kendisi- bir keresinde Tarık’ın babası, eve sarhoş gelen oğlunu bi güzel
dövmüşdü. Tarık’ın hatırladığı kadarıyla anlattığına göre; eve girip, arabanın
anahtarlarını istemiş, Babası’da buna alkollü araç kullanamayacığını söylemiş,
fakat Tarık şiddetle ısrar edince, levyeyi kaptığı gibi bunu bi güzel dövmüş…
Ticaret
hayatında vergi sistemini ilk olarak anneme verdiğim haraçla anlamıştım. Çok
kazandığımı gören annemle sıkı bir pazarlığa oturup yüzde 18 üzerinden vergiye
tabi tutulmuştum. O, bana bu paranın önlük yakası, kalem traşı, okul traşı vb.
okul masraflarında kullanılmak üzere geri döneceğini söylemişti... fakat annem
bu durur mu. tasarruf kadını mübarek. Her geçen gün yeni bir vergi adıyla
paramı elimden alıyor beni iflasın eşiğine doğru sürüklüyordu.... bu sistemde
yaşamsal ihtiyaçlarımı karşılamak dışında neredeyse tamamen anneme çalışıyor
gözüküyordum. üstelik Tarık'a ödediğim parayı da vergiden düşemiyordum. annem
onun annesi bu işe izin vermediği için onu sigortasız sayıyor ve derhal onu
işten çıkarmamı istiyordu....
Vergi kaçırmayı
ilk olarak annemden para saklıyarak öğrenmiştim. Kimi zamanlar yaptığım yiyecek
ve içecek harcamalarını kabartarak vergiden düşürüyor ve onu böylece
uyutuyordum. Tarık’ı işten kovup, annelerinden izinli birkaç çocuk bulup
yanımda çalıştırmaya başladım. Onlara 5 şişe parası veriyor, anneme, 15 şişe
parası veriyorum diyordum... Kapitalizmin ne olduğunu o zamanlar bilmiyordum
ama kapitaliz benim kim olduğumu iyi biliyordu galiba. Sürekli para kaçırma
yolları buluyordum. O kadar çok param birikmişti ki, onu saklayamayacak hale
gelmiştim. Bir banka bulmalıydım. İsviçreye para kaçıramayacığımı anlayınca,
isviçre bankalarından vazgeçip, dayıbank’a yani küçük dayıma götürmeye karar
verdim. Ne de olsa o beni sever ve paramı korurdu. İşte hayatımdaki ilk
dolandırılma ve hortumlanma hikayesi de budur. Dayıya parayı ver, anneden
paraları sakla, dayı paraları ye, sen bunu duyunca ağla, anneye “bu yedi
paraları” diye anlat, anne git dayının ağzına sıç, onunda maaşına el koy vs.
vs. finalde kazanan annem olunca bu işleri bırakmaya karar verdim ve halen
o işleri yapmayarak bu kararımın arkasında ısrarla ve gururla durmaktayım...